Konuyu Oyla:
  • Toplam: 0 Oy - Ortalama: 0
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Atatürkçü Düşünce Sisteminde Laikliğin Yeri
#1
Atatürkçü Düşünce Sisteminde Laikliğin Yeri
Atatürkçü Düşünce Sisteminde Laikliğin Yeri

1. Lâiklik Kavramı ve Lâikliğin Tanımı :

1.1. Lâiklik Kavramı:

Lâiklik kavramının aslı “Lâik”dir. Sondaki “lik” eki Türkçe bir ektir. Lâik kelimesi Türkçeye Fransızcadan geçmiştir. Esasen Yunanca olan Lâik kelimesi yine Yunanca olan Lâikos sıfatından türetilmiştir. Lâikos sıfatı ise halk anlamına gelen “Laos” kelimesinden bir ek yardımıyla türetilmiştir. Laikliğin türetildiği lâikos kelimesi Tanrı ile yakın ilgisi bulunmayanlar veya din adamları sınıfına mensup olmayanlar yani din adamları sınıfının dışında kalan alelade halk tabakasına mensup olanlar anlamına gelir. Din adamları sınıfına veya Tanrı ile yakın ilgisi bulunanlara ise Kleros adı verilmektedir. Buradan hareketle Lâikos dinî nitelik taşımayan Klerikos ise dinî nitelik taşıyan anlamını kazanmıştır. Bu durumda Lâik kelimesi din ve ruhbanlıkla ilgisi olmayan anlamına gelir. Din ile ilgisi olmayan da dinsizlik demek değildir. ‘ Ancak aşağıda çeşitli tanımları verilen Lâiklik bugünkü gerçek anlamını Avrupa düşünce tarihi özellikle Fransız düşünce tarihi içinde kazanmıştır.

1.2. Lâikliğin Tanımı:

Bugün Lâiklik bilimsel ve felsefî disiplinler tarafından farklı şekillerde tanımlanmakla beraber bu disiplinler içinde de Lâikliğin tanımı üzerinde tam bir anlaşma yoktur. Bu zorluk sosyal varlıkların mahiyetinden kaynaklanmaktadır. Lâiklik de bir sosyal varlık olarak bu zorluğu yapısında taşımaktadır. Bu zorluğa rağmen lâikliğin belli başlı tanımları aşağıda verilmiştir.

Felsefî Tanımı: Dinî düşünce ile aklî düşüncenin fizik ile ****fiziğin diğer bir deyişle akıl ile imanın yetki alanlarının birbirinden ayrılması demektir. Filozoflara göre Lâiklik insanın manevî evrimi sonucunda yani insan aklının geçirmiş olduğu evrim sonucunda ortaya çıkmıştır.

Siyasî Tanımı: Dindaşlık ile yurttaşlık statülerinin birbirinden ayrılması demektir. Bundan dolayı Lâik bir siyasi sistemde devlet adamları ile halkın aynı din veya mezhebe mensup olma şartı bulunmadığı gibi vatandaşların da aynı din veya mezhebe mensup olma mecburiyeti yoktur. Ayrıca Lâiklik demokrasinin özellikle liberal demokrasinin manevî temelini teşkil eder. Çünkü demokraside siyasî iktidar meşruiyetini ilahî otoriteden değil sosyal otoriteden (millet hâkimiyetinden) alır. Bundan dolayı demokrasi ile Lâiklik bir arada bulunur. Lâiklik bulunmayan yerde demokrasi demokrasi bulunmayan yerde Lâiklik bulunmaz.

Hukukî Tanımı: Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Din devlet işlerine karışmadığı gibi devlet de din işlerine karışmaz. Devlet Tanrı ile kul arasından çekilmiştir. Ayrıca devletin dinî temeller üzerine dayandırılmamasını da ifade eder. Devletin dayandığı temeller Lâik karakterde olmalı ve hukuk dinamik niteliği ile toplumun dünyevî ihtiyaçlarından kaynaklanmalıdır. Dünyevî ihtiyaçların değişmesine bağlı olarak değişmelidir. Bundan dolayı Lâiklik dinî bir kavram değil hukukî bir kavramdır.

Kültürel Tanımı: Dinin kültürel hayatı belirleyen ve yönlendiren tek ve hâkim unsur olmaktan çıkmasıdır. Ahlak sanat ve felsefe gibi bir kültür unsuru olan din kültür içindeki imtiyazlı yerini sanata bırakmıştır. Özellikle Atatürkçü düşünce sisteminde Lâikliğin kültürel boyutu çok önemlidir. Çünkü İslam medeniyetinde bazı dinî düşüncelerle müzik resim ve heykeltraşlık... gibi güzel sanatlar yeteri kadar gelişme imkânı bulamamıştır.

Eğitimsel Tanımı: Genel eğitimin dinî niteliğinden sıyrılarak bilimsel nitelik kazanmasıdır. Lâik sistemde din eğitimi ve öğretimi vardır ve vatandaşların temel hak ve hürriyetleri arasında yer alır. Bu din eğitim ve öğretiminin verilmesi biçimini de her ülkenin özel şartları belirler. Ancak Lâik sistemde dinî eğitim ve öğretim yoktur ve genel eğitim ve öğretim de dinselleştirilemez. Genel eğitim ve öğretimin dinselleştirilmesi Lâikliğe aykırıdır.

1.3. Lâikliğin Tarihî Gelişimi:

Lâikliğin tarihinde karşılaşılan ilk kavram “Tolerans”dır. Lâtince “Tolerare” fiilinden türetilmiştir. Bu fiil izin vermek gözyummak çekmek veya hoşgörmek anlamlarına gelir. Buradan hareketle türetilen tolerans yabancı veya başka türlü fikir veya davranışları hoşgörme demektir. Toleransın doğuş kaynağı Yunan kültürüdür. Yunan politeizmi kültürel bir din olduğu için oldukça toleranslıdır. Çünkü din topluma dışardan empoze edilmemiştir. Peygamberi kutsal kitabı ve kilise organizasyonu yoktur. Diri ve devlet ayrılığı olmamasına rağmen tolerans vardır. Ancak tolerans hiç bir zaman din hürriyetinin yerini tutamaz. Çünkü tolerans yasal bir hak değil devletin tanıdığı bir tavizdir. Oysa din hürriyeti yasal bir haktır. Gerçek anlamda din hürriyeti ancak Lâik devlet düzeninde bulunur.

İşte Yunan ve Roma’daki tolerans Hıristiyanlık tarafından ortadan kaldırıldı. Orta çağ boyunca koyu bir taassup (toleranssızlık) hüküm sürdü.Ancak rönesans coğrafi keşifler reformasyon ve hümanizm hareketleri sonucunda Hıristiyan taassubu yıkıldı. Bu hareketlerin etkisiyle Avrupa’nın hem maddî hem de manevî hayatında köklü değişiklikler meydana geldi. Bu değişiklikler Fransız ihtilalini hazırladılar. Fransız ihtilalinin hazırlanmasında yeniçağın bilim sanat ve teknik alanlarındaki gelişmeleri ve modern felsefe akımları etkili oldular. Bilhassa Fransız ihtilalinin temelinde bulunan “tabiî hukuk teorisi” ile “aydınlanma felsefesi” Lâiklik fikrinin gelişmesinde büyük bir rolü haizdir.

2. Osmanlı İmparatorluğu’nda Teokratik Düzen

2.1. Osmanlı Teokratik Düzeninin Temelleri :

Osmanlı teokratik düzeninin kökleri İslamdan önceye kadar gider. Çünkü İslamlıktan önceki Türk hâkimiyet telakkisi ilahî bir temele dayanır. Karizmatik Türk hâkimiyet anlayışı hakanlar soyunun insan üstü vasıflarla donanmasını gerektirmiştir. Bu da kendini hakan soyunun ilahî kaynaktan gelmeleri şeklinde göstermiştir. Ayrıca hakanların halka hükmetmeleri hakanlara Tanrı tarafından verilen bir hak olarak görülmüştür. Meselâ Orhun Anıtları Metinlerinde Bilge Kağan şöyle der: “Tanrı atam İstemi ve Bumin Kağanı milletim üzerine kağan olarak oturttu.” Yine Kurt Efsaneleri hakanlar soyunun ilahî kaynaktan geldiğini göstermektedir.

Osmanlı teokratik yönetiminin temelini teşkil eden diğer bir kaynak İslamlık’dır. Bu kaynağın başında halifelik gelir. Halifelik daha başından itibaren siyasî bir mahiyet kazanmıştır. Çünkü halifeler Peygamberin dinî liderlik vasfına değil devlet adamlığı vasfına halef olmaklardır. Halifelerin bu dünyevî nitelikleri onları tipik bir sultan haline getirmiştir. Halifelerin din alanında yetersiz kalmaları şeyhülislamlık kurumunun doğmasını zorunlu kılmıştır. Şeyhülislamlar devletin icraatını din adına denetlemişlerdir.

Osmanlılarda bu İslamî kurumlara rağmen şer’i hukukun (şeriat) yanında örfi hukuk da gelişmiştir. Çünkü hayattaki her olayı her davranışı dinî açıdan yorumlayan şer’î hukuk (şeriat) toplumun tüm ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalmıştır. Ancak hükümdar tarafından konan örfî kanunun şeriate (İslamî hukuk mevzuatına) aykırı olmaması ve toplumun yararına olması gerekir. Şer’î hukukun yanında örfî hukukun bulunmasından dolayı Osmanlı yönetimine yarı-teokrat bir yönetim diyenler de vardır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda şer’î hukuk (şeriat) kamu hukuku alanından çok özel hukuk alanında etkili olmuştur. Osmanlı Padişahı şer’i hukuk (şeriat) vasıtasıyla hâkimiyet hak ve yetkilerinin sınırlanmasını istemiyor. Buna paralel olarak dinî tesir devlet okullarından çok vakıf okullarında kendini göstermiştir. Mesela enderun medreseye nazaran daha az olarak dinî tesir altında kalmıştır. Medreseler Osmanlı teokratik düzeninin bir sembolü niteliğini gösterirler. Ayrıca ilk modernleşme hareketlerinin devlet eliyle devlet kurumları alanında başlatılması da şer’î hukukun (şeriat) devlet hayatından çok toplum ve fert hayatında etkili olduğunu göstermektedir.

2.2. Osmanlı Teokratik Düzeninin Lâiklik Açısından Tahlili:

Lâik bir devlette şu üç temel nitelik bulunur:

* Din ve Devlet Ayrılığı

* Din Hürriyeti

* Din Eşitliği.

Din ve Devlet Ayrılığı: Din ve devlet ayrılığının olabilmesi için dinî kuruluşların devlet teşkilatı dışında bulunması gerekir. Din devlet işlerine karışmadığı gibi devlet de din işlerine karışmaz. Ayrıca devlet dinî ilkelere dayanarak kanunlar da koymaz.

Her şeyden önce teşkilat bakımından din ve devlet ayrılığı İslam hukuk mevzuatına temelden aykırıdır. Çünkü İslam dini devlet düzenini beraberinde getirmiştir. Diğer bir deyişle hazır bir devletin üzerine gelmemiş kendi ilkeleri üzerine dayalı bir devletin kurulmasını sağlamıştır. İşte bundan dolayı Osmanlılarda din ve devlet teşkilatı içiçedir. Din devlet işlerine karıştığı gibi devlet de din işlerine karışmıştır. Ayrıca din adamları devlet memurudur. Din adamları fetvalarıyla devletin icraatını denetim altına alırken devlet adamı da din adamına istediği gibi hükmetmiştir. Şeyhülislam fakih ve kadı Padişahın emrindedir. “

Din Hürriyeti: Teokratik devlet düzeninde dinî devlet sistemi olmasına rağmen din hürriyeti kısıtlıdır. Çünkü dinin icaplarının yerine getirilmesinde vatandaş zorlanmaktadır. Aynı şeyi Osmanlı Devleti’nde de görmek mümkündür. Günah ile suç devamlı birbirine karıştırılmıştır. Günah olan aynı zamanda suç sayılmıştır. Yine İslamî açıdan küfür sayılan bir davranış en büyük suç kabul edilmiştir. Mesela oruç tutmayanların cezalandırıldıklarını İslamdan çıkanların ölümle cezalandırıldıklarını bilmekteyiz. Bu durumda İslamlık dönüşü olmayan bir yoldur.

Din hürriyeti bakımından aynı kısıtlılığın gayri müslimler için söz konusu olmadığını görmek mümkündür. Bunlar hangi cemaate mensup olurlarsa olsunlar din dil gelenek ve görenekleri bakımından tamamen serbest hareket etmek hakkına sahiptirler.

Din Eşitliği: İslamlık İmparatorluğun resmî dinidir. Diğer dinlere (semavi dinlere) hoşgörülü davranmasına rağmen onlara nazaran bir çok imtiyazlara sahiptir. Ayrıca devletin resmî dininin yanında bir de resmî mezhebi vardır. Bundan dolayı İslamın diğer mezheplerine karşı olumsuz tavır takınılmıştır. Siyasî faktörlerin de işe karışmasıyla durum daha çok ağırlaşmıştır.

2.3. Osmanlılar’da Lâikleşme Hareketleri:

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Lâikleşme batılılaşma şeklinde başlamıştır. Bu hareketler devlet eliyle devlet kurumlarında başlatılmıştır. Modernleşme hareketlerinin devlet eliyle sürdürülmesi geleneği özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında da görülecektir.

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Lâikleşme hareketleri toplumun bütün hayatını kapsayacak şekilde yaygınlık kazanmadığı için sadece eğitim ve hukuk alanlarında olmak üzere iki başlık altında özetlenmesi uygun görülmüştür.

Eğitim Alanında Lâikleşme: İlk önce askeri eğitim alanında olmak üzere XVIII. yüzyıldan itibaren başlayan batılılaşma hareketleri batı örneğine uygun askerî okullar açılması şeklinde görülür. Açılan bu okullar yüksek dereceli meslek okullarıydılar. Bu okullara öğrenci bulma güçlüğü orta dereceli sivil okulların açılmasını gerekli kılmıştır. Fakat bu okullar açılırken Osmanlının geleneksel eğitim kurumlarına hiç dokunulmamıştır. Ayrıca askerî okullar mümkün olduğu kadar dinî tesirin dışında tutulmaya çalışılırken sivil okullar dinî tesirin dışında ttulamamıştır. Bu arada en iyi şekilde modernleştirdiğimiz kurumun ordu olduğu anlaşılacaktır.

Hukuk Alanında Lâikleşme: Bilhassa Fransa’dan olmak üzere Avrupa’dan birçok kanun aktarıldı. Fakat bu kanunların şer’î hukukla (şeriatla) çelişen kısımları alınmadı. Çünkü bir tarafdan batı ülkelerini memnun etmek diğer tarafdan da İslamî hukuk mevzuatının (şeriatın) yürürlükte olduğunu göstermek zorunluluğu vardır. Bunun için bu dönemde yapılan yenilikler yarım ve yararsız tedbirler olarak kalmışlar.

3. Atatürk Devrinde Lâiklik (Atatürkçü Düşünce Sisteminde Lâiklik)

Esas konumuz “Atatürk Devrinde Lâiklik”tir. Bu konuyu mümkün olduğu kadar en iyi şekilde aydınlatabilmek için önce genel olarak Lâiklik kavramının doğuşu ve tanımı Lâikliğin tarihi gelişimi Osmanlı İmparatorluğunda Lâikliğin doğuşu ve gelişimi hakkında etraflı bir bilgi verildi. Atatürk devrinde Türkiye’de Lâikliği inceleyebilmek için de önce Türk İnkılâbı hakkında özlü bir bilgi vermek gerekir. Çünkü Atatürk devrinde Lâikliği anlamak Türk İnkılâbının ne olduğunu anlamaya bağlıdır.

3.1. Türk İnkılâbının Tanımı ve Amaçları:

Türk İnkılâbını bu inkılâbın gerçek yaratıcısı olan Atatürk’ün kendisinden öğrenmek yerinde bir davranış olacaktır. O Türk inkılâbı hakkında şunları söylüyor:

“Türk İnkılâbı nedir? Bu inkılâp kelimenin ilk anda akla getirdiği ihtilâl mânasından başka ondan daha geniş bir değişme ifade etmektedir”.

Atatürk bu sözünde Türk İnkılâbının ihtilâl ile karıştırılabileceğini oysa inkılâp ile ihtilâlin farklı şeyler olduğunu ifade etmeye çalışmaktadır. Ona göre inkılâp ihtilalden daha geniş bir anlam taşımaktadır. İhtilal inkılâp için ancak bir başlangıç veya inkılâbı başlatıcı bir etken olabilir. Oysa inkılâp bir süreç veya bir evrim (tekamül)’dir. Acaba neyin evrimidir? Bu sorunun cevabını da Atatürk’den alalım. Ona göre “bugünkü devletimizin şekli asırlardan beri gelen eski şekilleri bertaraf eden en mütekâmil tarz olmuştur”. O halde evrim geçiren şey Türk devletinin şekli olmuştur. Atatürk’e göre devletimizin bugünkü şekli yüzyıllar süren bir evrimin sonucudur. Türk devletinin evrim geçirerek aldığı en son şekil bugüne kadar tarih sahnesine çıkmış Türk devlet şekillerinin en olgunu ve en yetkinidir.

Bir evrim konusu olan Türk devlet şeklinin ne gibi temel niteliklere sahip olduğunu incelerken de yine Atatürk’e başvurmakta yarar vardır. Çünkü Türk devlet şeklinin temel nitelikleri Türk İnkılâbının amacının tesbitinde bize hareket noktası olacaktır. Atatürk’ün düşündüğü modern devletin birinci niteliği millet realitesine dayanmasıdır. Yani millî bir devlet olmasıdır. Modern devletin dayandığı milletin özelliğini ise şöyle açıklıyor: “Milletin varlığını devam ettirmesi için efradı arasında düşündüğü müşterek bağ yüzyıllardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş yani millet dinî ve mezhebi bağ yerine Türk milliyeti rabıtasıyla efradını toplamıştır”.

Atatürk’e göre yeni Türk devletinin vatandaşları birbirlerine dinî ve mezhebî bağ yerine Türk milliyeti bağ ile bağlanmış olacaklar. Artık yeni Türk devleti vatandaşları bir ümmetten ibaret olan teokratik bir devlet değil aynı milletin bireylerinden meydana gelen millî bir devlettir.

Türk inkılâbının bir ürünü olan yeni Türk devletinin diğer bir temel niteliği bu devletin medenî (uygar) olmasıdır. Sadece devletin şekli değil devletin ait olduğu millet de medenî olacaktır. Diğer bir deyişle Türk İnkılâbının temel amacı Türk toplum ve devletini medenileştirmektir. Atatürk bu konuyla ilgili fikrini şöyle açıklamaktadır:

“Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asrî ve bütün mânâ ve eşkaliyle medenî bir heyet-i içtimaiye haline isal etmektir”.

Buradaki medenileşme uygarlaşma anlamında ele alınmıştır. Çağdaş bilim teknik felsefe sanat ve bilimsel zihniyeti almak demektir. Atatürk’ün en çok işlediği konulardan biri olan medenileşme onda değişik biçimlerde ifadesini bulmaktadır. Örneğin “Türk kültürünü çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkartmak” “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” gibi sözleri bunlardan en bilinenleridir.

Ona göre çağdaş medeniyeti almak bir varlık meselesidir. Türkiye’nin varlık sebebi çağdaş bilim ve tekniği almasıdır. Çünkü bilim ve tekniğe yabancı kalanlar çağdaş bilim ve tekniğin bir ürünü olan çağdaş medeniyetin karşısında yok olmaya mahkûmdurlar. Yani hayat sahnesinden silinmektedirler.

Türk İnkılâbının diğer bir amacı olan demokratik devlet düzeninin kurulması bir evrim” sonucu gerçekleşmiştir. Diğer bir deyişle Türk İnkılâbının amaçlarından biri de demokratik yeni bir Türk devleti kurmaktır. Atatürk konuyla ilgili olarak şöyle diyor: “Tezahür eden millî mücadele harici istilâya karşı vatanın kurtuluşunu yegâne hedef saydığı halde bu millî mücadelenin muvaffakiyete erdikçe safha safha bugünkü devre kadar millî hâkimiyet idaresinin bütün esaslarını ve şekillerini tahakkuk ettirmesi tarihin tabiî ve önüne geçilmez icaplarındandır”.

Türk İnkılâbının temel amaçlarından sayılan demokratlaşma meselesini Atatürk II. Meşrutiyet ile Türk İnkılâbını karşılaştırırken daha açık olarak ifade etmektedir. Ona göre “10 Temmuz İnkılâbı bir hükümdar-ı müstebitle millet arasında en nihayet kayıt ve şurût ile muvazene arayan bir zihniyeti istihsale matuf idi. Halbuki bizim inkılâbımız usul-ü meşrutiyeti dahi hürriyet ve istiklâl-i millet için kafi görmez ve bilâkaydüşart hâkimiyeti milletin uhdesinde tutan esaslı bir umdeye istinat eder.”

Türk İnkılâbı hakkında yapılan açıklamalara dayanarak şöyle bir hükümde bulunmak mümkündür: Türk milletinin ve devletinin asırlardan beri geçirmiş olduğu bir evrim sonucunda ortaya çıkan yeni millet ve devlet anlayışı Türk İnkılâbının bir ifadesidir.

Türk İnkılâbının tanımı ve amacı ile ilgili açıklamalara Atatürk’ün CHP’nin 15-20 Ekim 1927 tarihinde toplanan İkinci Büyük Kongresinde inkılâbın genel bir değerlendirmesini de yaptığı konuşmasıyla son vermek istiyoruz. O Türk İnkılâbının amacını şöyle açıklıyordu:

“Efendiler bu vaziyet karşısında tek karar vardı. O da hâkimiyet-i milliyeye müstenit bilâkaydüşart müstakil yeni bir Türk devleti tesis etmek.
İşte daha İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar bu karar olmuştur.”3.2. Türk İnkılâbının Fikrî Temelleri:

Birçok aydınlarımız Atatürk hareketini Osmanlı ıslahatçılığının bir devamı olarak görürler Diğer bir grup aydınlarımız ise Atatürk hareketinin Osmanlı ıslahatçılığıyla hiçbir münasebeti olmadığını savunur. Atatürk hareketinin Osmanlı ıslahatçılığıyla münasebetini belirlemek bakımından bu iki görüşü bir değerlendirmeye tabi tutmak yerinde bir davranış olacaktır.

Her şeyden önce “bu hareketin (Atatürk Hareketi) önceki dönemlerin olaylarını izlediği önceki dönemin tarihine bağlandığı inkâr edilemez. Fakat Atatürk’ün düşüncesi ile Osmanlı ıslahatçılarının düşüncesi arasındaki farkın öz farkı olduğu da ancak körü körüne yan tutanlarca reddedilebilir. Bu fark bir derece farkı değil bir nitelik ve bir ruh farkıdır.” Fakat hiçbir tarihî dönem kendinden önceki ve sonraki dönemlerden tecrit edilerek açıklanamaz. Çünkü hali hazır bir yanıyla geçmişe bağlıyken diğer bir yanıyla da geleceğe yöneliktir. Diğer bir deyişle tarihî dönemler birbirinin içinde doğar ve gelişirler. Bununla beraber kendine özgü orijinalliğini de bünyesinde taşırlar. Bilhassa ikinci görüşü değerlendirmek bakımından şunu itiraf etmek lâzımdır: XVIII. yüzyıldan Cumhuriyete kadar yapılan yenilikler Osmanlı toplumunun fikir yapısını azımsanmayacak ölçüde değiştirmiştir. Bu fikir yapısı değişirken padişah kanı döküldüğü nasıl unutulur? Sonra Atatürk’ün o devamlı tenkit ettiğimiz Osmanlı ıslahatçılarının batı örneğine göre kurdukları Harp Okulundan diğer bir deyişle onların kurduğu ordu teşkilatı içinden yetiştiğini unutmak mümkün mü? Yine Namık Kemal Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp’ı anlamadan Atatürk’ü doğru olarak anlamak mümkün müdür? Bu durumda Atatürk hareketinde Osmanlı ıslahatçılığının etkileri vardır. Fakat Atatürk hareketi hiçbir zaman bir ıslahatçılık değildir. Çünkü Atatürk hiçbir zaman bozuk olanı tamir etmeğe kalkmamıştır. İmparatorluktan kalan kurumları kökünden kaldırmıştır. Atatürk bu yanıyla XX. yüzyılın tipik radikalistlerindendir.

Atatürk hareketinde etkili olduğu söylenen olaylardan biri de 1917 Rus İhtilali’dir. Bu görüşte olanlar bu iki olayın aynı tarihlerde ortaya çıkmalarına dayanarak aralarında bir etkileşme olabileceğini iddia ederler. Örneğin Şevket Süreyya Aydemir “Tek Adam”ın üçüncü ciltinde Atatürk hareketinin bir sosyalist ihtilal havasında başladığını ancak Fransız İhtilali doğrultusunda geliştiğini iddia eder. Şevket Süreyya Aydemir Türk Kurtuluş Savaşı’nın emperyalizme başkaldırı şeklinde ortaya çıktığına ve emperyalist batı ülkelerine karşı verildiğine dayanarak böyle bir benzetmede bulunsa gerek. Yine 1920’de kurulan ilk Türk Hükümetini ilk önce Sovyetlerin tanıması da Türk Kurtuluş Savaşı’nın emperyalist batı ülkelerine karşı başlatılmış olmasıyla açıklanabilir. Ayrıca o dönemde Sovyetlerin Türk Hükümetine yakınlık göstermesi kendi içindeki birliğin bozulmuş olmasıyla da açıklanabilir. Nitekim Ermenileri Doğu Anadolu’dan kolaylıkla çıkarmamızda Sovyetlerin içindeki birliğin bozulmuş olmasının rolü büyüktür. Fakat şunu da belirtmek gerekir ki; o da her iki hareketin de batı emperyalizmine karşı olmalarıdır. Ancak her iki hareketin batı emperyalizmine karşı tutumlarındaki benzerlik hiçbir zaman bu iki hareketin birbirini etkilediğini göstermez. Yani batı emperyalizmine karşı tutumlarındaki benzerlikten dolayı Bolşevik İhtilalinin Türk İnkılâbını etkilediğini iddia etmek oldukça zordur. “Atatürk’ün siyasal ve sosyal kurumların Laikleştirilmesi için gösterdiği çaba kötü niyet ya da bilgisizlik yüzünden Marksizmin öğretisel ateizmi ile karıştırılmamalıdır.”

Aslında Atatürk hareketinde en çok etkili olan 1789 Büyük Fransız İhtilalidir. Bu ihtilal sadece Atatürk’ü değil Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde Osmanlı aydınlarının çoğunu etkilemiştir. Bilhassa Fransız Lâikliği Atatürk Lâikliğinde oldukça etkilidir. Fakat ileride de üzerinde durulacağı gibi Atatürk Lâikliği Fransız Lâikliğinin bir taklidi değil Türkiye’nin tarihsel siyasal sosyal ve kültürel şartlarına göre şekillenmiş bir orijinal Lâikliktir.

Meseleye bir de felsefî açıdan baktığımızda Atatürk’ün klasik Fransız pozitivizminden oldukça etkilendiğini görmekteyiz. Çünkü “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözünü en çok kullananlar pozitivistlerdir. Atatürk’ün bilim ve tekniğe olan tutumu pozitivistlerin bilim ve tekniğe olan tutumlarına çok benziyor. Fakat Atatürk’ün fikirlerini veya konuşmalarını tahlil ettiğimizde onun rationalist ve realist eğilimler de gösterdiğini görmek mümkündür. Pozitivizm rationalizm ve realizm Atatürk’te yeni bir senteze tabi tutulmuşlar.

Türk İnkılâbının fikri temelleri bakımından üzerinde durulacak diğer bir felsefî akım Pragmatizm’dir. Birçok düşünür veya yazar Atatürk’ün Pragmatist olduğunu iddia eder. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki; o da Atatürk’ün Pragmatist olmadığıdır. Çünkü Atatürk hiçbir zaman kısa vadeli tedbirleri uzun vadeli ve kalıcı tedbirlere karşı tercih etmemiştir. O her hareketinde radikaldir. Atatürk’te ancak metodolojik Pragmatizmden söz edilebilir. Böyle bir hükümde bulunmanın nedeni yapacağı inkılâpların yerini ve zamanını çok iyi tesbit etmesidir. Yani zamanın icaplarına çok iyi dikkat etmiştir. Atatürk’ün bu metedolojik mahareti onun felsefî anlamda Pragmatist olması için yeterli değildir.

3.3. Atatürk (Türk) Lâikliği:

Atatürk’ün önderliğinde Türkiye’de gerçekleştirilen Lâik düzene aynı zamanda “Türk Lâikliği” de denmektedir. Türk kamuoyunda üzerinde en çok durulan ve en çok tartışılan fakat en az anlaşılan Atatürk Lâikliğidir. Yine bugün herkes “Lâikliğin” Türk İnkılâbının temelinde olduğunu biliyor. Fakat nedir bu Lâiklik? Bu soruya tatmin edici daha doğrusu Türk Lâikliği bakımından tatmin edici bir cevabı bulmak oldukça zordur. Çünkü Türkiye’de yapılan “Lâiklik” tanımlarının ekseriyeti Türk Lâikliğine uygun düşmemektedir. Onun için meseleye doğrudan doğruya Türkiye’deki Lâikliğin tanımıyla değil “Niçin Lâiklik?” sorusuyla başlamanın daha uygun olacağı düşünülmektedir. “Niçin Lâiklik?” sorusuna üç ayrı cevap mümkündür. Şimdi bu cevapların incelenmesine geçilecektir.

-Millileşmek için Lâiklik.

- Medenileşmek (Uygarlaşmak) için Lâiklik.

- Demokratlaşmak için Lâiklik.

3.3.1.Millileşmek ve Lâiklik:

İmparatorluklar heterogen toplum tipleridir. Bilhassa enternational dinlere mensup toplumlarda milliyet fikrinden bahsedilmez. Osmanlı Devleti de teokratik bir imparatorluk olduğuna göre aynı heterogenlik ve kozmopolitik onun için de söz konusudur. Zaten “Çin emperyalizmi karşısında Orhun Anıtlarında çok belirgin bir hâl alan Türk milliyetçiliği İslam dünyasında yoğunluğunu büyük ölçüde kaybetmiştir. Orhun Anıtlarında Türklerin illerine (yurtlarına) törelerine (millî değerlerine) ve kağanlarına bağlı olmaları isteniyordu. Kağan devleti temsil ettiği için kağana bağlılık aynı zamanda devlete bağlılığı ifade etmektedir. İşin ilginç yanı daha M. 8. yüzyılda siyasî mahiyette milliyetçiliğin varlığıdır. Oysa batıda siyasî mahiyette milliyetçilik hareketlerinin başlangıcı millî dillerin gelişmesine bağlanmaktadır. Millî diller hareketi millî devletlerin teşekkülü ile sonuçlandı. Fakat milliyetçiliğin bir ideoloji olarak ortaya atılması 1789 Fransız İhtilali ile oldu.

1789 Fransız İhtilalinin getirmiş olduğu fikirler bütün Avrupa’yı etkilediği gibi Osmanlı İmparatorluğunu da etkiledi. Fransız İhtilalinin getirmiş olduğu milliyetçilik fikrinin etkisiyle Osmanlı İmparatorluğunun egemenliği altındaki azınlıklar millî bilinçlerine eriştiler. Böylece azınlıklar yavaş yavaş İmparatorluktan ayrılarak bağımsız birer devlet haline geldiler. Devletin esas sahibi olan Türkler milliyetçi görüşlere ilk önce ilgi göstermediler. Hatta Tanzimat döneminde Jön Türkler milliyetçilik akımına karşı olarak “Osmanlıcılık” fikrini savundular. Fakat Osmanlıcılığın İmparatorluğu kurtaramayacağını gören Jön-Türkler bu defa da “İslamcılık” fikrini savunmaya başladılar. İslamcılığın da tutmadığını görünce Türk milliyetçiliği görüşüne sarıldılar.

II. Meşrutiyet döneminde Türk aydınları arasında yayılmaya başlayan milliyetçiliğin önemini kavramak için Türk milletinin İslam medeniyetine girdikten sonra ne gibi değişmelere uğradığına bakmakta yarar vardır. Konuyla ilgili olarak Fuat Köprülü şöyle diyor: “Daha İslamiyetten önce yazıları ve yazılı edebiyatları olan Türklerin Müslüman olduktan sonra yeni dinin tesiriyle mazilerini unutmaları çok dikkate değer bir hadisedir. Yeni dinin yarattığı taassup havası bilhassa bu gibi medenî ananelerin başlıca saklayıcısı olabilecek yüksek sınıf üzerinde o kadar müessir olmuştur ki bundan dolayı paganizm yadigârı olan her şey hemen yok edilmiş eski kıymetler yerine yeni kıymetler konmuştur. Yalnız halk kütlesi eski kıymetlerini saklamıştır ki aradan uzun asırlar sonra bile Müslümanlık boyası altında o eski paganizm bakiyelerini bulmak daima mümkündür. Türklerdeki yüksek sınıfın yeni bir yabancı medeniyetle temas eder etmez derhal onun cazibesine kapılarak millî kıymetlerini küçümsemesi ve geçmişi ile alâkasını kesmesi kültür tarihimizde daima tesadüf edilen marazi bir olaydır.”

Böylece İslam dünyasında toplumların birbirlerine yakınlığını veya uzaklığını ırk dil kültür gibi sosyolojik değerlerden çok din ve mezhep farklılığı ve ortaklığı tayin etmiştir. Örneğin İran ve Osmanlı toplumları Müslüman olmalarına rağmen mezhep farklılığı bu iki toplumun daima birbirini yabancı olarak görmelerine neden olmuştur. Oysa Arnavut Boşnak ve Pomak gibi Balkanlarda Müslümanlaşmış gruplar Osmanlılara daha yakındı. Hatta bunlardan bir çoğunun aynı dili konuşan Hıristiyan soydaşlarının hâkimiyetini kabul etmeyerek Türkiye’ye göç ettikleri bir gerçektir. Bu konu ile ilgili olarak B. Lewis şöyle demektedir: “Hıristiyan Araptan söz edilebilir fakat Hıristiyan Türk düşünülemez ve kelimenin tam anlamıyla tezat teşkil eder. Hatta otuz yıllık Lâik Cumhuriyetten sonra dahi Türkiye’de bir gayri müslim için Türk vatandaşı denebilir fakat asla Türk denemez.”

Fakat Osmanlı İmparatorluğunda Müslümanlığın yanında İslamcılık da vardır. Oysa modern Türkiye Cumhuriyetinde İslamcılık yok Müslümanlık vardır. “Bunun için de büyük Türk devriminin önümüze açtığı aydınlık yolda yürüyerek eski Osmanlılığı yaşamış olduğu İslamcı kültüründen bugünkü Türklüğün yaşamakta olduğu Türkçü kültürüne geçmek yolunu tutmak gerekir.” Görülüyor ki Türkiye Cumhuriyeti millet bilincine yeni varmakta olan bir toplumun hayatına sokulmuştur. Yani millileşme hareketi ile Lâikleşme hareketi bir arada yürütülmektedir. “Ama batıda Lâiklik millî devlet teşekkül ettikten sonra ortaya çıkmıştır. Oysa bizde Lâiklik millî devleti kurmak için ön şart olarak görülmüştür. Biz imparatorluktan millî devlete geçerken aynı zamanda Lâik düzene de geçiyoruz. Oysa Avrupa’da Lâiklik ortaya çıkarken millî devletler kurulmuştular. Bu durumda millî devlete geçerken zorunlu olarak Lâik düzene de geçilmiştir.

Lâiklik millî devlete geçerken gerekli olduğu gibi milletin sosyal yapısının sağlamlığını ifade eden millî birliğin kurulması ve devam ettirilmesi için de gereklidir. Hele Anadolu gibi çok çeşitli din ve mezheplere sahne olmuş bir bölgede yaşayan bir millet için Lâik düzen daha çok gereklidir. Türkiye’de millî birliği sağlamanın yolu Lâik düzenden geçer. Bunun için “din konusunda türlü zihniyet ve tutumlara rağmen bizi uzlaştıracak ve Türk olmanın şuurunda birleştirecek değer vicdan hürriyeti ve bunun siyasî hayatta en berrak ve en kesin ifadesi olan Lâikliktir. Vicdan hürriyetinin toplumun vicdanında yerleşmesi Lâik eğitimin millet ölçüsünde başarıya ulaşmasıyla mümkündür.”

Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Millî devleti ayakta tutmanın en kolay yolu millî birliği sağlamaktır. Millî birliği sağlamak için de Lâik düzeni korumak şarttır.3.3.2.Medenileşmek ve Lâiklik:

Türk inkılâbının temel amaçlarından biri de Türk milletini çağdaş medeniyete ortak etmektir. Diğer bir deyişle İslam medeniyetinden çıkarmak ve batı medeniyetine sokmaktır. Diğer bir deyişle Türk milletini İslam medeniyetinin bağlayıcı dar kalıplarından kurtarıp çağdaş batı medeniyetinin ortağı haline getirmektir. Çünkü batı medeniyeti Lâik bir medeniyettir. Buna karşılık İslam medeniyeti adından da anlaşıldığı gibi dinî bir medeniyettir. Dinî medeniyetler dogmatik ve kapalı medeniyetlerdir. Bu durumu Hıristiyan batı medeniyetinde gördüğümüz gibi İslam doğu medeniyetinde de görmekteyiz. Oysa çağdaş batı medeniyeti dinamik ve açık medeniyettir. Bu medeniyetin dayandığı temel ilkeler akıl felsefe bilim ve tekniktir. Böyle bir medeniyete geçmek bazı ön şartların yerine getirilmesini gerektirir. Neler olabilir bu ön şartlar? İslam medeniyetinin getirmiş olduğu bağları çözmektir. İşte bu bağları çözmenin yolu Lâiklikten geçer. Çünkü batı medeniyetini diğer medeniyetlerden ayıran temel nitelik batı medeniyetinin ruh hürriyetine dayanmasıdır. Bu hürriyet dinî medeniyetlerde yoktur. Ruh dinin koymuş olduğu çerçevenin dışına çıkamaz. Dinin evrene bakış açısını aynen benimser bu açıyı hiç bir zaman değiştirmez. Çünkü değiştirmenin hem dinî hem de dünyevî yaptırımları vardır.

Dinî medeniyetlerde tabiat olayları tabiat üstü ve tabiat dışı kuvvetlerle açıklanmaktadır. Oysa batı medeniyeti tabiat olaylarını yine tabiatın içinde kalarak ve tabiat olaylarına dayanarak açıklamaktadır. Bunu yaparken de düşünceye geniş hürriyet verilmektedir. Yani insanın ruhunun etrafını saran çemberin yıkılması sağlanmıştır. Ruh istediği şekilde düşünme imkânına kavuşmuştur.

Medeniyet değiştirme işine bu açıdan bakıldığında Atatürk İnkılâbının genel karakterinin toplumun radikal değişmelere uğratılması için bu değişmelere uygun ortamı önce insan kafasında oluşturmak olduğunu anlamakta gecikmiyoruz. İşte Atatürk’ün çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkılması şeklindeki direktifinin gerçekleşmesi için sadece maddî değişikliklerin yeterli’ olmadığı maddî değişiklikleri toplum ve fert hayatında bilinçle kullanabilmek için yani taklitten kurtulabilmek için düşünce yapısının da değişmesi gerekir. Çünkü “zihin yapısına ilişmeden hiçbir toplumda hiçbir önemli yenilik beklenemez. Atatürk bu hakikati biliyordu. Onun için devrimin insan aklına güvenen yeni bir toplum yaratmayı amaçladığını kesinlikle ileri sürebiliriz.”

Dinî medeniyetlerin dogmatik yanı üzerinde durduktan sonra biraz da kapalı yanları üzerinde durulacaktır. Ortaçağ medeniyetlerinin hepsi kapalıdır. Bu medeniyetler kendi değerlen ile yetinmeye çalışan birer kapalı kültür Çevreleri durumundadırlar. Diğer bir deyişle bu medeniyetler yaratmış oldukları kültür çevreleri içine kapanmışlardır. Bundan dolayı bu medeniyetlerin başka medeniyetlerle medenî ilişkilerde bulunma imkânları oldukça sınırlıdır. Medeniyetler arasındaki ilişkiler bu medeniyetler içinde yer alan toplumlar arasındaki ilişkileri ifade eder. Oysa toplumların ilerlemelerinde rol oynayan en önemli faktör toplumlar arasındaki medenî ilişkilerdir. W. Barthold “İslam Medeniyeti Tarihi” adlı eserinde konu ile ilgili olarak şöyle diyor: “Bugün artık ispat edilmiş bir hakikat gibi söylemek mümkündür ki terakkinin en büyük amili kavimler arasındaki münasebetlerdir”. Bu durumda Lâiklik meselesi toplumlar arasındaki münasebetleri engelleyen faktörlerin ortadan kaldırılması olarak ortaya çıkar. Gerçekten de İslam medeniyeti içinde bulunan Osmanlı İmparatorluğu batı alemine karşı daima kapalı bir dış politika izlemiştir. Batıya açmış olduğu tek pencere savaştır. Savaşlarda üstün geldiği sürece batıda neler olup bitiyor bunlara hiç kulak kabartmamıştır. Ne zaman yenilmeğe başladı ise o zaman batıya kulak vermek zorunda olduğunu anladı. Fakat o zaman iş işten çoktan geçmişti.

Acaba kavimler arasındaki münasebetler niçin önemlidirler? Çünkü “bir memleketin medenî seviyesi oradaki medeniyeti oluşturan maddî manevî unsurların çeşitliliği bolluğu zenginliği ve bu unsurlar arasındaki bağlantıların organik sağlamlığı düzen ve denge içinde işlemesiyle ölçülür. Yani bu çok sayıda unsur ne derece iyi bir senteze uğratılmış ise medeniyet seviyesi de o derece yüksek olur. Bu konuyla ilgili olarak Atatürk şöyle diyor:

“Gözlerimizi kapayıp mücerret yaşadığımızı farzedemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp cihan ile alâkasız yaşayamayız. Bilakis müterakki mütemeddin bir millet olarak medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız. Ve her ferd-i milletin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.”

Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nda her davranışın gelip dayandığı ve bağlandığı bir dayanak vardı. O da İslamî hukuk mevzuatı (şeriat) idi. Matbaa bu hukuk mevzuatının (şeriatın) engellemesi yüzünden ancak 277 yıl sonra alınabildi. İşte Atatürk bilim ve fen için hiçbir bağlayıcı faktör kabul etmiyor. “Batılılaşma tarihimizin son safhası olan Atatürk devrimleri ile Türkiye dünyada ve tarihte yer alan medeniyetlerin hepsine birden kapılarını açmış bulunmaktadır. Buna imkân veren Lâik düzenin uygulanması ile Türk milleti tarihinde idrak ettiği en üstün ve en zengin senteze doğru yol almaktadır.”

Böylece Atatürk’ün uyguladığı Lâikleşme hareketi sonucunda Türkiye Cumhuriyeti dünyada ve medeniyet tarihinde yer alan bütün toplumlar medeniyetler ve kültürlerle tam ve rahat ilişkiler kurma imkânı elde etmiştir.

Lâikliğin çağdaş medeniyete açılmak için zorunlu olduğu görüldü. Çünkü “bizim gibi az gelişmiş memleketler için gelişmenin sadece millete refah getirecek bir sonuçtan ibaret olmadığı ve doğruca bir ölüm dirim yarışında bulunduğumuzu ortaya koymaktadır.”

3.3.3. Demokratlaşmak ve Lâiklik:

Lâiklik liberal demokrasinin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Çünkü “devletin otoritesinin sınırlandırılması fikrinin gelişmesinde siyasî kudretin dinî kudretten ayrılması etkili bir unsur olmuştur.” Oysa teokratik devlet düzeninde devlet din aracılığı ile fertlerin özel hayatlarına gereğinden fazla müdahale etme hakkına sahipti. Buna karşılık din ve devlet ayrılığı beraberinde birçok hak ve hürriyetleri de getirmiştir. Bunun için Lâiklik demokratik düzene geçerken gerçekleştirilmesi gereken ön şartlardan biridir.

Atatürk daha Anadolu’ya geçmeden önce İstanbul’da iken amacının millet hâkimiyetine dayalı yeni bir millî Türk devleti kurmak olduğunu her vesileyle açıklamaktadır. Bu konuya Türk İnkılâbının amaçlarını incelerken değinmiştik.’ Millet hâkimiyetine dayalı yeni Türk devleti teokratik devlet düzenine sahip Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazları içinden çıkarılıyordu. Teokratik yönetimde hâkimiyetin kaynağı ilahî kudret iken cumhuriyet yönetiminde hâkimiyetin kaynağı millettir. “İşte saltanatın kaldırılması ile başlayan Lâiklik hareketleri iktidarın kaynağı olan Tanrı mefhumu yerine millet realitesini koymuştur. Lâiklik bu bakımdan memleketimizde sıkı surette millet olgusunun teşekkülüne bağlıdır.”

5 Eylül 1920 tarihli Nisabı Müzakere Kanununun 7. maddesi “Büyük Millet Meclisi Hilafet ve Saltanatın vatan ve milletin istihlas ve istiklâlinden ibaret olan gayesinin husulüne kadar şeraiti âtiye dairesinde müstemirren inikat eder” 39 diyerek millet hâkimiyeti esasına göre kurulan Ankara Hükümetinin ümmete dayanan ve Tanrıdan başka üstün otorite tanımayan dinî ve siyasî iktidar olan Hilafet ve Saltanatı kurtarmayı amaç edindiğini ortaya koymaktadır. Fakat bu makamların millet hakimiyetine dayanan bir hükümet tarafından kurtarılmak istenmesi sultanî otoritenin İslamî hukuk mevzuatına (şeriata) aykırı olarak millet otoritesinin kudreti altına girmiş olduğunu göstermektedir.

Ayrıcademokrasinin temel prensiplerinden olan hürriyet ve eşitlik ancak Lâik bir düzen içinde bir anlam ifade eder. Bu prensiplerden “hürriyetin her şeyden çok insanın yaratıcı tarafına destek olduğu düşünülürse medeniyet ve özellikle batı medeniyeti içindeki hayatî değeri büsbütün belirir. Hürriyet dinî ve ladinî her çeşit doğmanın baskısından kurtulmaktır.” 40 Bu durumda din hürriyeti demokrasinin temel ilkelerinden olan hürriyetin içinde erimektedir. Böylece dinde hürriyet ve eşitlik insanın temel hak ve hürriyetleri arasında yer almıştır. Demokratik yönetimi benimseme zorunlu olarak beraberinde Lâikliği de getirmektedir. Bundan dolayı Türkiye’de Lâiklik ve millileşme bir arada gelişmeğe başladığı gibi demokratlaşma ve lâiklik de bir arada gelişmeğe başlamıştır.


Ara
Cevapla }}}}
#2
Teşekkürler.
Dalgalanan%20Bayrak%20Resmi.gif
vEJJ86.gif
Ara
Cevapla }}}}


Hızlı Menü:


Şu anda bu konuyu okuyanlar: 2 Ziyaretçi

Online Shopping App
Online Shopping - E-Commerce Platform
Online Shopping - E-Commerce Platform
Feinunze Schmuck Jewelery Online Shopping